Bu yazıda; yazmaya ara vermenin psikolojisi, üretkenlik baskısı, sessiz dönemlerin aslında yazarlık sürecine katkısı, “Bloguma yazmadım, kötü müyüm?” hissi ve bu durumu okurlarla nasıl paylaşabileceğimiz konuşulacak.

Yazmadığın günler de yazının bir parçası mıdır?

tarafından gönderildi

Bu yazıda; yazmaya ara vermenin psikolojisi, üretkenlik baskısı, sessiz dönemlerin aslında yazarlık sürecine katkısı, “Bloguma yazmadım, kötü müyüm?” hissi ve bu durumu okurlarla nasıl paylaşabileceğimiz konuşulacak.

Sana hitap eden bir konu olduğunu düşünüyorum çünkü hem kişisel deneyim hem de bilgilendirici öğeler barındırıyor.

Hazırsan yazıya başlıyorum:

Her blog yazarı bir gün yazı yayınlamadığı için kendini suçlu hisseder. Sayfalar boş kaldıkça içimizi bir eksiklik duygusu kaplar. “Ben neden yazmıyorum?” sorusu sessizce içimizde yankılanır.

Oysa bazen yazmamayı seçmek de yazarlığın bir parçasıdır. Belki de yazmadığımız günler, en çok yazdığımız anlardır—ama sessizce, içimizde.

“Yazmıyorsam, tükenmiş miyim?”

İlk olarak, yazıya ara vermenin olumsuz bir şey olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı. Edebiyat tarihinde en üretken yazarların bile sessizlik dönemleri olmuştur.

Virginia Woolf, Kafka, hatta Orhan Pamuk bile bazı yıllarda hiç kitap yayımlamamıştır. Çünkü yazarlık, sadece üretmek değil; aynı zamanda gözlemlemek, sindirmek ve yeniden kurmaktır.

Blog yazarlığı da farklı değil. Yazmadığın günler belki yeni yazılar için tohumların toprağa düştüğü zamanlardır. Okuyorsun, gözlemliyorsun, yaşıyorsun. Hepsi yazıya dönüşecek deneyimler.

Modern blog dünyasında içerik üretme baskısı hiç olmadığı kadar yüksek. SEO takvimleri, düzenli paylaşım algoritmaları, okur kitlesini elde tutma çabası. Tüm bunlar blog yazarlığını bir yarış pistine dönüştürebiliyor. Her gün yaz, paylaş, güncelle, yorumlara cevap ver.

Ama soralım: Bu tempo sürdürülebilir mi? Ve daha da önemlisi, samimi mi?

Belki de bazı yazılar sadece “beklemeyi” hak eder. Bir düşünce olgunlaşmadan onu yazıya dökmek, meyve olgunlaşmadan toplamaya benzer. Ekşi olur.

Yazmamak da bir seçimdir.

Yazmamak bir başarısızlık değil, bilinçli bir tercihtir çoğu zaman. Bloguna ara verdiğinde aslında iç dünyana dönersin.

Ne hakkında yazmak istiyorsun? Yazdıkların hâlâ seni yansıtıyor mu? Okuyucularla kurduğun bağ içten mi?

Bu sorulara vereceğin yanıtlar, blogunun rotasını belirleyecek.

Eğer uzun bir ara verdinse ve okurun varsa, onlara bunu nazikçe anlatabilirsin. Bir yazıyla, bir satırla, hatta sadece bir başlıkla: “Sessizlik de yazının bir parçasıdır.

Bu samimiyet, okurla kurduğun ilişkiyi zedeler mi? Hayır. Aksine derinleştirir. Çünkü okurlar yazıların dışında seni de merak eder.

Ne zaman geri dönemelisin?

Bu sorunun cevabı basit: Hazır hissettiğinde. Elinde mükemmel bir yazı taslağı olduğunda değil, içindeki yazma isteği kıpırdadığında. O zaman yazdığın her şey canlı olur, samimi olur.

Sessizlik, yazının nefesidir.

Blog yazarlığı sadece içerik üretmek değil; aynı zamanda yaşamı anlamlandırma çabasıdır. Ve bu çaba bazen kelimelerle değil, sessizlikle devam eder. Çünkü her yazar, yazmadığı günlerde de yazar.

O yüzden kendine kızma.

Belki de bu satırlar bile, birkaç gün sessiz kaldığım için doğdu.

Yazmadığın zamanlarda zihnin boş değildir. Aksine, belki de en verimli dönemlerinden biridir. Çünkü dış dünyanın gürültüsünden bir adım geri çekilmişsindir. Gözlerin artık detayları fark eder, kulakların başka seslere açılır.

Bir sokak lambası altında yalnız yürüyen bir adam, metroda kitap okuyan yaşlı bir kadın, rüzgarda dalgalanan bir bayrak. Bunlar yazıya dönüşecek imgelerin çekirdeğidir.

Özellikle kişisel blog yazarları için sessizlik dönemleri, iç gözlem ve ruhsal arınma anlamına gelir. Kalabalık içerik dünyasında özgün kalmanın yolu da belki tam olarak buradan geçer: ara verip yeniden düşünmekten.

Blog yazarlığı bir noktada disiplin gerektirir, evet. Ama her disiplinde olduğu gibi burada da “mekanikleşme” riski vardır. Haftada bir yazı yayınlamak güzel bir hedef olabilir, ama sırf takvime uymak için yazdığın yazılar kalbinin uzağındaysa, okur da bunu hisseder.

Yazının büyüsü; rutine değil, içtenliğe yaslanır. Sen yazmaya hevesle oturduğunda, parmaklarınla değil ruhunla yazdığında kelimeler daha çok yankı bulur. Bu yüzden sessizlik, o hevesin yeniden oluşmasına alan açar.

Tarihte sessizlik içinde yazılan pek çok büyük eser vardır. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”yı yazarken yaşadığı içsel çöküşler, Tolstoy’un “Savaş ve Barış” sürecinde inzivaya çekilmesi, Halil Cibran’ın “Ermiş”i yıllar süren bir içsel sessizliğin ürünüdür.

Onlar yazmayı bırakmamıştı belki, ama o süreçte dünyaya yazı sunmayı bırakmışlardı. Çünkü bazen kelimelerin yerine düşünceler çalışır. Blog yazarı için de bu durum geçerlidir. Arada bir geriye çekilmek, ne yazdığını değil, neden yazdığını hatırlamak için fırsattır.

Bir blog yazarı olarak, uzun süredir yazmıyorsan bu durumu içsel bir muhasebeye dönüştürmen çok değerlidir. Neden yazmadın?

  • İlham mı gelmedi?
  • Gündelik hayat mı meşgul etti?
  • Yazdıklarının okunmaması mı moralini bozdu?

Bu soruların cevabını kendin için yaz. Bloguna koymasan bile bir defterde, bir dijital notta durmalı. Çünkü yazarlık, aynı zamanda kendini tanıma biçimidir.

Blogunda uzun süre yazı yayınlamadığında okurun ne hisseder?

Aslında çoğu zaman fark etmez bile. Ama sadık bir okur, senin sesine alışmış demektir. Günlük hayatın telaşında bile senin yeni bir yazını görmek ona iyi gelir. Bu yüzden yazmaya döndüğünde içten bir not eklemek iyidir:

Bir süredir buraya yazmadım. Ama yazmadığım o günler, aslında bu yazının yolunu açtı.

Bu tür cümleler, okurla samimi bir bağ kurmanı sağlar.

Blog yazarlığında sürekli aktif olmak güzeldir, ama arada durmak da gereklidir. Tıpkı nefes alıp vermek gibi. Nefes aldığın kadar yazarsın, verdiğin kadar paylaşırsın.

Yazmadığın günleri bir suçluluk nedeni olarak değil, bir hazırlık süreci olarak görmeye başladığında, yazıların da değişir. Daha derin, daha anlamlı ve daha gerçek olur.

Son söz olarak şunu söyleyebilirim:

Bir blog yazarı olarak senin en büyük gücün üretim değil, samimiyet. Yazının her satırı, senin bir parçan. Ve yazmadığın zamanlar da bu bütünün bir parçası. Tıpkı bir şarkının içindeki sessizlik gibi.

Unutma: Sessizlik bir eksiklik değil, bazen en çok şeyin söylendiği andır.

6 yorum

  1. Hayatım boyunca hiçbir zaman sadece haftalık takvime uymak için yazmadım. 1 Kasım 2015 – 4 Ağustos 2019 tarihleri arasında tam 197 hafta boyunca aralıksız olarak yazdığım “Pazar Yazısı” serisini yazarken bile, daima içimden geldiği gibi çok severek samimi bir şekilde yazdım. Bir süre sonra mesleğim gereği yaklaşık iki yıl kadar blog dünyasından uzak kalmak zorunda kaldım. Bu iki yıllık süreçte elbette daima yazdım. Ama eskisi gibi, Mustafa olarak yazdıklarımı paylaşamamamın verdiği üzüntü hep içime dert oldu. Çok uzun süre sessizce buralara geldim, yazılarınızı okudum. Takip ettiğim “kişisel blog” listemi haftada iki üç kere ziyaret ettim. Bu kadar uzun süre ara verince elbette çok şey biriktirdim içimde. Yıllardır bir şeyler yazmış bir blog yazarı olarak, bünye yine yazmak istiyordu. Ve dayanamayıp tekrar Mustafa olarak aranıza döndüm. Döndüğümde eskiden okuduğum blogların bir çoğunun halen burada olması ve halen beni hatırlayanların olması beni çok mutlu etmişti. İşte bu yazmak için yeni bir sebepti. Uzun lafın kısası, bizler yazmadan duramayız, durmayacağız.

    1. Merhaba Mustafa,

      Yorumunu okurken, yıllardır bir masanın başına oturup yazan birinin kalp atışlarını hissettim. 197 hafta boyunca aralıksız yazmak her yazarın harcı değildir; bunu yalnızca gerçekten “yazmadan duramayanlar” başarabilir. O serinin her bir yazısına içini koyduğun ne kadar belli oluyor.

      İki yıllık zorunlu sessizlik hâlâ satırlarının arasına sızıyor. O suskunlukta bile yazmayı bırakmamış olman, yazının gerçekten bir yaşam biçimi olduğunu gösteriyor. Ve bunca zamandan sonra “Mustafa olarak” dönmen… Ne güzel söyledin.

      Biliyor musun, yazılar bazen kaybolur ama yazanlar birbirini hep bir yerden tanır. O yüzden senin geri dönüşün, sadece kişisel bir dönüş değil; aynı zamanda blog dünyasının içindeki bir boşluğun yeniden dolması gibi.

      İyi ki varsın.
      İyi ki yeniden yazıyorsun.
      Ve evet, dediğin gibi:
      Bizler yazmadan duramayız. Durmayacağız.

  2. Blogculuk serüvenim lise 1’de Coğrafya öğretmenimin tahtaya tr . gg sitesini yazmasıyla başlamıştı. Araştırırken ben de ilk bloğumu oradan açmıştım. Derken blogspot, (tumblr), wordpress diye devam etti. Bu süreçte çoğu blog sistemini de deneyimledim. Sonra domain aldım ettim derken bir bakmışım her sene hosting ödemesi yapıyorum. İşin ekonomik boyutu bir yana ilk açtığım blog sayfamı wordpress sistemine geçirdiğimde yaklaşık 1500 tane yazı vardı. Her bulduğum fikri, her rehber olabilecekte içeriği, izlediğim her filmin incelemesini, adeta aklıma ne geldiyse yazıyordum. Yazdıkça işin profesyonel tarafını da tatmış oldum. Anladım ki her telden yazınca işler yürümüyor. Dolayısıyla öğretmen olduğumda materyallerimi paylaşacağım sitede bir oyun ile ilgili rehberin olması garip olurdu. Bir site böyle açtım. Sonrasında konu bulamadıkça yazma sıklığım azaldığı için ilk açtığım bloğa pek bir şey girememeye başladım. Bu süreçte ayda en az 2 yazı olan sınırı ayda bir yazıya düşürmüştüm. Önceleri ayda neredeyse 10 yazı girdiğim oluyordu. Askere gittiğimde bile blog boş kalmasın diye 6 aylık yazı yazıp planlamıştım. Derken güzel bir domain bulup kendime ait kişisel bir web sayfası açtım ve seo ayarları yapılmış olsa da bunu dert etmeden istediğim gibi yazabildiğim bir bloğu da buraya ekledim. Şu an üç bloğum olsa da hepsine yazı yazıyorum. Ama kişisel bloğa sık yazı girmemek beni üzmüyor. Orası bir günlük sayılır benim için. Şu aralar okuduğum kitapları yazıyorum. İlk blogdaki film incelemelerimi oraya taşımayı düşündüm ama şimdilik kalsın sonra bakarız diyorum sürekli. Arada ilk bloğu kapatmak da geliyor aklıma ama anısı var yapamıyorum. Blog yazarken hep bırakıp geri dönenleri görmüştüm. Bazen kendime yaptığım bu yoğun blog mesaisinden dolayı bazen bunu ben de düşünüyorum ama düşünürken bile o sırada blogda bir şeyler karalıyor oluyorum. Bu bizim bir parçamız olmuş bence. İnternette var olmak, eser bırakmak harika bir duygu. Bunu yaşayıp tecrübe edebiliyor olmamız bile şükretmek için yeterli bir sebep.

    1. Selam Furkan,

      Satırlarında bir yolculuğun izlerini gördüm. İnsan, kendi yazı geçmişine dönüp baktığında aslında hayatının küçük bir haritasını da görmüş oluyor. Senin blog hikâyen de tam olarak öyle.

      Bir coğrafya öğretmeninin tahtaya yazdığı basit bir adresle başlayan serüven, bugün üç ayrı bloga, binlerce yazıya ve yıllara yayılan bir emeğe dönüşmüş. Bu, dijital dünyada kök salmak demek.

      Aslında hepimiz blog açıyoruz, kimi üç beş yazıdan sonra bırakıyor, kimi dönüp dolaşıp yeniden başlıyor.

      Ama senin yazdıklarında farklı bir kararlılık var: Askere giderken bile yazı planlamış olman, bu işin senin için ‘geçici bir uğraş’ değil, hayatın bir parçası olduğunu gösteriyor.

      Her telden yazmanın zorluğuna değinmişsin ama ben buna biraz farklı bakıyorum: Hayat da her telden değil mi zaten? Bazen öğretmenliğinle, bazen izlediğin bir filmle, bazen de aklına düşen bir fikirle var oluyorsun. O yüzden eski blogunu kapatmak istememen çok anlaşılır. Çünkü o sayfalar, sadece internetin değil, senin hayatının da arşivi.

      Bugün yazma sıklığın azalsa bile bunun önemi yok. Çünkü asıl kıymet, o sayfalarda bıraktığın izler. Sen yazmaya devam ettikçe, internetin kalabalığında bir köşe hep sana ait olacak. Ve gün gelip dönüp baktığında, işte o köşe sana ‘iyi ki yazmışım’ dedirtecek.”

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.